Doç. Dr. Mehmet Akif Okur – Ergenekon’dan Sonra “Türklük” – II

Aksini düşünen, geri çekilme hakkında daha önce kısaca dokunduğumuz ilk yaklaşımı benimseyenler elbette vardı. Bunlar, yitirilen coğrafyalara paralel bir kimlik daralmasının yaşanmasını arzu etmiyorlar, en azından gelecek için köprülerin korunmasını istiyorlardı. Gökalp’in ”Türkçülerin Ümmet Programı” başlığı altında yazdıkları, bu tavrın güzel bir örneğidir. Kuruluş dönemi Türk milliyetçiliğinin en önemli ideologu şunların yapılmasını istemektedir. Arap harfleri korunmalıdır. İslam dünyası ilim ıstılahlarını ortak yapmalıdır. Bütün İslâm dünyasında ortak bir terbiyenin (eğitim anlayışının) kurulması için kongreler toplanmalıdır. Bütün İslâm milletlerinin müftü teşkilatları arasında sürekli bir irtibat kurulmalıdır. İslâm ümmetinin timsali olan hilalin kutsiyeti korunmalıdır. Hicreti esas alan bir takvim kullanılmalıdır.15 Nitekim 25 Mart 1912 tarihini taşıyan Türk Ocağı’nın Nizamnâme-i Esas ve Dahilîsi’nin 2. maddesi de, Türk milletini “akvâm-ı İslâmiyye’nin bir rükn-ü mühimmi” olarak tanımlar.16

Tarihî Türklüğün yukarıda işaret ettiğimiz parametreleri hatırda tutulursa ne Gökalp’in tekliflerinde ne de Türk Ocağı’nın Türklük tasavvurunda garipsenecek hiçbir şey bulunamaz. Ayrıca buradan, Nevzat Kösoğlu’nun işaret ettiği gibi, bir başka sonuca daha rahatlıkla varmak mümkün olur.

Türk milliyetçiliği hiçbir Müslüman unsuru millî kininin hedefi yaparak, yani ötekileştirerek kendini kurmamıştır. Aslında son döneme kadar, büyük sancağın gölgesinde uzun asırlar geçiren gayri müslim azınlıklarla aradaki ilişkinin temel karakteri de çatışma olmamıştır. Hatta bu unsurlar tarihî Türklüğün çerçevesini çizdiği bir kültür atmosferi içinde yeniden kalıba dökülmüşlerdir. Türk kavramının uzun tarihi boyunca kazandığı olumlu çağrışımlar ve sempati halkasından bahsedilirken bu husus da akılda tutulmalıdır.

Tüm bu sebeplerle, Osmanlı’yı dağıtan dalga gücünü yitirdikten sonra yeni bir genişleme sürecinin başlayabileceğine dair yüreklerdeki ümit ışığı en zor günlerde bile yerini zifiri karanlığa bırakmamıştır. Ancak, milli mücadele kazanılıp sınırlar çizildikten sonra çekilme dönemlerine özgü iki zihniyet arasındaki çekişme, Batıcı kampın zaferiyle sonuçlanmıştır. Etkilerini aktüel planda hâlen hissettiğimiz söz konusu tarihî kırılma, Türk demokrasisinin temel kutuplaşma eksenlerinden biri olma özelliğini yitirmiş değil.

Bu dönemde Türk kimliği, ötekisi olarak müslümanlıkla özdeşleşmiş Osmanlı geçmişini kabul eden bir formatla yeniden tasarlanmak istenmiştir. Eski-yeni ikilemi üzerine inşa edilen kimlik kurgusunun hayat verdiği zihniyet, neredeyse her türlü gerilikten Osmanlı mirasını sorumlu tutmuş, Batı damgası taşıdığını gördüğü şeylere ise mutlak bir iyi niyetle yaklaşmıştır. Türk Ocağı’nı merkeze alarak vereceğimiz bir-iki örneğin o yıllarda yaşanan alt-üst oluşu gözler önüne sermek bakımından yeterli olacağı kanaatindeyiz. 1926 tarihli ”Türk Ocakları Mesâî Programı”nda şu satırlar yer almaktadır: ”Türk milleti Şarkta Garba rağmen Garpçılığı ve Garp medeniyetini muzaffer kılmıştır. Türk milliyetperverliği Garpta vücuda gelmiş bütün fikir ihtilaflarından hasıl olmuş bir cereyandır… Dünkü medeniyetimizin izmihlâli, harsımızın ve milletimizin sebeb-i zaferi olmuştur. Uhrevî telakkiyât içinde bir cemaat halinde yaşayan halkımız, dünyevî telakkiyat içinde bir millet hayatına istihâle etmektedir. Türk Ocakları, yalnız millî tarihine dâhil olan devreleri değil, Eski Yunan ve Roma’dan başlayarak bugünkü hâkim Garp medeniyetinin menşei ve mevlidi olan bütün devirleri benimser. Türk Ocakları’nda Garp lisanıyla beraber Garp mûsikîsi de bir yer tutar.”17

Yukarıdaki satırlarda, tarihî Türklüğe hayat veren medeniyetimizin yıkılışını zafer kabul eden ifadeler, millî semboller ve tarihî hafızanın Batılılaşma ülküsü etrafında nasıl yeniden kurgulanmaya çalışıldığını göstermektedir. Hamdullah Suphi Bey’e kulak verelim: ”Anadolu İstiklâl Mücadelesi Asya’nın bu köşesinde vatan istiklâli kadar Türk’ün garpçılık emellerini müdafaa etti. Karşımızdaki Avrupa orduları ne gariptir ki Avrupalılığın mümessili olan yepyeni, mücahit bir zümreye karşı dolayısıyla, hilafetle beraber Asyalılığı ve Şeriati müdafaa ediyordu. Biz yenilseydik, Avrupalılık mağlup olacaktı. Biz kazandık, Avrupalılar’a karşı garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık. Türk Ocağı desitânî Anadolu mücadelesinin bu ruhunu kendine esas tanımıştır.”18

Gelinen yerin, çıkış noktasını teşkil eden batı sömürgeciliğinin saldırılarına cevap verebilecek ”muasır bir İslam Türklüğü” kurma idealiyle alakası kalmamıştır. Nitekim, daha sonra bu dönemde yazdıkları yüzünden eleştirilecek olan Gökalp, ”mefkure ateşinin” sönüşünden yakınmaktadır. Milletvekili olarak girdiği Meclis’te fikirlerini ne kadar törpülese de yalnızdır. Örneğin, Sultanî’lere, “Farabiye” yahut “Halduniye” adının verilmesini teklif ettiği zaman buz gibi cevaplar alır. Sokrat’ın dershanesinin ismi olan “lise”de karar kılınır.19 O yıllarda Türk Ocakları’nın basılacak kitaplar listesi de, yeni bir Türklük inşâ etme projesinin kültürel kıblesini göstermektedir: “Kandit (Volter), Jeorjikler (Virjil), Nutuklar (Çiçero), Politika (Aristo)…”20

***

Yeniden kimliklendirme faaliyetinin başarısı için gerekli kabul edilen şeylerden biri de, Batı’ya her güzergâhtan yaklaşırken, tarihî Türk kimliğini besleyen havzalarla araya mesafe konulmasıydı. Ancak fizikî coğrafya değişmeyeceğine göre, demirden dağların yükseleceği yer zihinler ve yürekler olacaktı. Yakınları uzak, uzakları yakın gösterebilmek için tarihsel hafızanın en baştan kurgulanması gerekiyordu. Nitekim yukarıda örneklediğimiz millî mücadeleyle ilgili pasajlar, bu yaklaşımın ürünüdürler. 20. yüzyılla gelen jeopolitik denklemlerin temas imkanlarını sınırlayışı da  proje sahiplerine yardım etti.

Yeni tasarıma göre, Ortadoğu ve Araplar artık geride bırakılmak istenen kötü hatıralarla dolu mazinin bir parçası olarak kodlandılar. I. Dünya Savaşı’ndaki Arap isyanının abartılı bir versiyonu, kolektif hafızanın parçası haline getirildi. Hanioğlu’nun “Türk oryantalizmi”21 dediği aşağılayıcı perspektif, bu psikolojik iklimde doğmuş ve günümüze kadar hatırı sayılır bir etkinliğe sahip olmuştur. Balkanlar’da yaşanan Türk soykırımının unutulmaya terk edilmesi, diğer bazı faktörlerin yanı sıra Batı’yla kurulacak ilişkilerin selameti de düşünülerek alınmış bir tavırdır. Uzak tarihine sık referans yapılan Orta Asya ise, İsmet İnönü’nün meşhur 19 Mayıs Nutku’nu takip eden tutuklamalarla birlikte demirden dağların arkasında kalmıştır.

Çok partili hayata geçişten sonra tek partili yılların Türklük tasavvuru ve bununla bağlantılı dış politika anlayışı, yüksek sesle tenkid edilmeye başlanmıştır. Zamanla eleştiriler, resmi söylemin dışında milli kimliğe dair farklı imajları ve hatta alternatif milliyetçilikleri siyaset sahnesine taşımıştır.22 Normalleşme yönündeki diğer önemli kavşak noktası, Türk kimliğine beşiklik eden tarihi havzaların uluslararası sistemdeki dönüşümler sayesinde yeniden Türkiye ile etkileşime açılmalarıdır. Türk cumhuriyetleriyle kucaklaşma, kimliğin ilk katmanına, köklere dair hafızayı canlandırmış; Balkanlar üzerindeki demir perdenin kalkışı ise ikinci anlam elbisesini tarihin gardrobundan çıkarmıştır.

Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde katedilen merhale, Osmanlı tarihini ve komşu toplumları ötekileştiren ideolojik bakışa zemin kaybettirmiştir. Osmanlı Devleti’nin 700. yılı münasebetiyle düzenlenen etkinlikler ve gördüğü ilgi bu bakımdan önemli bir dönüm noktasıdır. Türk siyasi hayatının son önemli askeri müdahalesi olan 28 Şubat’ın üzerinden henüz iki sene geçmeden gerçekleştirilen bu organizasyonlar demeti, normalleşme sürecini besleyen sosyolojik dinamiklerin 21. yüzyılın eşiğinde eriştikleri kudreti gözler önüne sermiştir. Irak’ın işgalinin tetiklediği olaylar zinciri, tarihi Türk kimliğini besleyen son havzayla da yeniden güçlü köprülerin inşâsına zemin hazırlamıştır. Takip eden dönemin siyasi hadiseleri ise, psikolojik ve fiilî engellerin bertaraf edilmesinin nasıl pratik sonuçlar doğurabileceğini ortaya koymuştur.

***

Demirden dağların birer birer eriyişi, Ergenekon’a çekildiğimiz dönemdeki güçler dengesini yeniden kontrol etmemiz gerektiğini ihtar ediyor. Tekrarlayalım; tarihî Türklüğün dönüştüğü uzun sürecin temel motivasyon kaynağı, Batı’nın mutlak üstünlüğüne dayalı ardışık tarihsel konjonktürlere yayılan elverişsiz jeopolitik denklemlerdi. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde zirve noktasına ulaşan bu trendin yönü, “çevre”deki dekolonizasyonu takip eden sanayileşme çabalarıyla birlikte tersine dönmeye başladı. Küreselleşme döneminde üretimin coğrafi mekânlarında yaşanan değişim de söz konusu eğilimi hızlandırdı. 21. yüzyılın ilk çeyreğine girdiğimizde, 2005 yılı itibariyle Batı dışı dünyada yükselen ekonomilerin satın alma gücü paritesine göre dünya üretimi içindeki payları % 50’nin üzerine çıkmıştı. 2006 yılında küresel gayrı safi hasıla artışının yarıdan fazlasını sağlayanlar da aynı ülkeler oldu.23

2008’den itibaren şiddetle hissedilmeye başlanan ekonomik kriz, dengelerin alt-üst oluş sürecini tahminlerin ötesinde bir sürate ulaştırdı. 2009 yılında ABD ekonomisi % 3.5, Euro Bölgesi % 4.2 küçüldü, ama örneğin Çin ekonomisi % 9.5 büyüdü. Çin bir yıl sonra ise, bu oranı % 10,5’e taşıdı. Dünyanın en büyük 150 bankasının hesaplarına göre, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülke bankalarının kredilerinden 2 trilyon $ daha fazla mevduat kaynağına sahipler. Üstelik dünya kamu borcunun da yalnızca % 18’i bu ülkelere ait. IMF verilerine göre 1990 yılında dünya tüketiminin nominal rakamlarla % 20’sini gerçekleştiren gelişmekte olan ülkelerin 2011 yılı sonunda bu oranı % 40’a, 2018’de ise % 50’ye çekecekleri hesap ediliyor.24 Yine IMF’nin tahminlerine göre, 2016’da ABD dünyanın en büyük ekonomisi olma sıfatını Batı dışı bir güce, Çin’e devredecek.25

Adım attığımız geleceğin demografik dinamikleri de ekonomik trendlerle paralel bir güzergâhta ilerliyor. Batı’nın dünya nüfusu içindeki payı % 17’ye inmiş durumda. 2050 tahminleri bu oranın % 10’a düşeceğini söylüyor.26 Üstelik nüfus bilimciler, söz konusu demografik dönüşümün maddî kısıtlardan çok, değerlerden kaynaklandığını söylüyorlar.27 Bir bütün halinde ele alındığında 21. yüzyılın dünyasının gittikçe dindarlaşacağı öngörülüyor.28 Dünya Değerler Araştırması kapsamında

2005 ve 2008 yılları arasında 57 ülkede yapılan çalışmaların sonuçları, iki önemli bulguyu ortaya koyuyor. Milli kimlikle gurur duyanlar ile dinin önemli olduğunu düşünenlerin oranları % 90’lara ulaşıyor. Ayrıca veriler, her iki kategori arasında yüksek düzeyde korelasyonun bulunduğunu gösteriyor.29

Uzun bir tarihsel çevrimde hayati eşiklerin aşıldığına işaret eden bu rakamlardan başka birçok parametre de dünya düzeninin temel mimarisinin çok ciddi bir dönüşüm sürecinden geçtiğini gösteriyor. Hararetli küreselleşme tartışmalarına sahne olan 1990’lar boyunca ekonomik zenginlik ve iktidarı merkez ülkelerde daha fazla toplayan eğilimlerin doğrultularında büyük değişimler yaşanıyor. Uluslararası sistem, güç dağılımı bakımından gittikçe çok merkezli hale gelirken, finanstan savunmaya kadar uzanan birçok önemli alanda küresel kurumların işlevlerini üstlenen bölgesel yapılanmalar ortaya çıkıyor.

Dünya sisteminin maddi dengelerini alt üst eden bu dinamiğin bir başka önemli özelliği yaşananlara sanayi devrimi sonrası dönemde benzeri bulunmayan bir mahiyet kazandırıyor. Geleceğin yeni büyük güçleri olan millet-imparatorluklar.30 Batı dışı coğrafyalardan doğuyor ve etraflarında yalnızca ekonomik bir çekim merkezi inşa etmekle yetinmiyorlar. Bu “yeni bölgecilik”, sadece sosyo-ekonomik işbirliğine yönelik inisiyatiflerle sınırlı değil. Aynı zamanda bölgesel güç merkezlerinin, çok taraflı kurumlara ait fonksiyonlarla birlikte kültürel, ideolojik, siyasi ve askeri diğer alanlara yayılan egemenlik iddialarını da içeriyor. ”Şarkta ve garpta”, millet-imparatorluk projelerinin çekirdeğinde yer alan ulus devletler, kimliklerini mümkün olan en geniş çağrışımları uyandıracak, en fazla sayıda insanı kuşatacak şekilde yeniden tanımlıyorlar. Medeniyet vurgusunun yükselişi bu dinamikle de ilişkili. Rus Avrasyacılığının yorumları, Çin’de ve Latin Amerika’da yaşanan kimlik tartışmaları bahsettiğimiz konu bakımından önemli örnekler. Gelecek asır, millet-imparatorlukların asrı olacakmış gibi gözüküyor. Nitekim, aramızdaki demirden dağları erittiğimiz bölgelere Türkiye’den baktığımızda benzer manzaralarla karşılaşmıyor muyuz? Peki acaba biz, bir genişleme evresine hazır mıyız?

***

Yazıyı, bu aşamadaki en önemli hazırlığın zihnî düzeyde gerçekleşmesi gerektiğine işaret eden bazı kıyaslama ve değerlendirmelerle tamamlayacağım. Geçen yüzyılın başında kurulan dengelerin bozulduğu, yeni bir tarihsel konjonktür ve jeopolitik denklem bekliyor bizi. Aradan geçen zamanda hayli büyük dönüşümler yaşadık. İçine girdiğimiz ”Yeni Çağ”ın talepleri ise dünkülerden farklı. Diğer tüm parametreler tartışmaya açık olsa da, şu noktanın şüphe götürmediğini kabul etmeliyiz. Batının üstünlüğünü gerekçe göstererek tarihî Türk kimliği ve bileşenlerine yöneltilen eleştiriler, maddî dayanaklarını yitirdi. Bu durum, Batı’nın yükselişiyle gölgede kalan tüm kadim medeniyet havzaları için geçerli. Maddi güç dengelerindeki değişim, Batı dışı dünyadan yükselen öznelerin/aktörlerin kendilerine olan güvenlerini arttırıyor. Geçmişin yaralarını sarar ve geleceğe hangi kimlikle yöneleceklerine karar verirken Batılı öznenin önerdiklerinden farklılaşan özgün arayışlara girmek hususunda daha cesurlar. Geleceği kuracak bilgi ve vizyonu ithal etmek istemiyorlar.

Zhang Weiwei’nin çalışmaları bu durumun güzel bir örneği. Weiwei, hem Çin devleti hem de Batılıların önem verdikleri prestijli bir akademisyen. Çin ve Batı medeniyetlerini karşı karşıya getiren mukayeseli tartışmalarda Fukuyama’nın karşısına oturtulduğunu söylemek, meramımı anlatmak için yeterli olacaktır. Weiwei, Batı’da icad edilen sosyal bilimlerle hakikat arasında çok sorunlu bir ilişki olduğunu söylüyor. Dayandığı matematik modeller sebebiyle ekonomiyi biraz kenarda bırakıyor, ancak siyaset bilimi ve sosyolojiyi yerden yere vuruyor.31 Eleştirisinin asıl sebebi, hızla dünyanın bir numaralı ekonomisi olma yolunda ilerleyen ülkesinin yüzleşeceği temel sorunları çözebilecek özgün çabalara meşruiyet alanı açmak. Nitekim, son kitabıyla Çin’e  etnik problemlerini aşabilmesi için kavramsal bir dayanak sunuyor.32 O’na göre Çin, bir ulus-devlet değil, medeniyet devleti. Aynı medeniyetin mensuplarını tek çatı altında toplayan bir devlet. Ulus devletten kuşatıcı olduğu için farklılıkları daha fazla tolere edebileceğini savunuyor. Çünkü bu ölçekten etnik çeşitlilikler, rahatsız edici gözükmüyorlar. Arkasını dayadığı maddi başarı hikâyesi de, Weiwei’nin tezlerine ciddiyet katıyor.

Çin’den verdiğimiz örneğe benzer bir özgünlük arayışıyla kendi gündemimize döndüğümüzde, ülkü-devlet33 gibi üzerinde neredeyse hiç konuşulmayan kavramların resmi geçidi karşılıyor bizi. Oysa yaşadığımız sürecin doğasında yatan karmaşa ve belirsizliklerin üstesinden gelebilmek için yaratıcı tartışma zeminlerine ihtiyacımız var. Ne eskinin bütünüyle silindiği, ne de yeninin doğabildiği bir geçiş sürecini yaşıyoruz. Bir taraftan Türklüğün Ergenekon çağında sırtına yüklenen sorunlar yumağı canımızı yakmayı sürdürüyor. Diğer yandan ise, tarihî Türklüğe ait hatıraların dirilişine şahit oluyoruz. Dünya ekonomisi ve politikasının evrimi karşımıza yeni rol ve fırsatlar çıkarıyor. Bunların gereklerini yerine getirdikçe temsil ettiğimiz kimlik de yeni çağrışımlar yüklenmeye devam ediyor. Tarihi hem uyandırıyor hem de yapıyoruz. Korkularımız yakamızdan çekiştirirken bile, umutlanmak için çok sebebimiz var. Toz-duman içindeyiz, doğru. Ama unutmamalıyız ki etrafımızda eriyenler kar değil, dağdır.. Üstelik de demirden…

Son olarak şu noktanın altını çizmek gerekiyor. Genişleme, teknik detaylarına burada yer veremediğimiz köklü yapısal sebepleri olan bir süreç. Yalnızca klasik devletlerarası ilişkileri değil, sivil toplum düzeyindeki etkileşimleri de kapsıyor. Özneleşmiş bir toplumun/milletin dışarıya taşan her türlü enerjisinden bahsediyoruz. Şüphesiz, kısa vadede karşımızda duran dış politika gündeminin incelediğimiz dinamikle bağlantısı var. Ancak biz genişleme ile daha derin bir tarihsel hareketliliği kastediyoruz. Önümüzdeki yıllarda Türkiyemizi bu hareketin hızı ve doğrultusuna dair farklı vizyonlara sahip kesimler arasındaki tartışmalar bekliyor.


15 Ziya Gökalp’ten  aktaran Nevzat Kösoğlu, a.g.e., Ötüken, 2009, 179

16 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları, İletişimYayınları, İstanbul 1997, s.100

17 Füsun Üstel, a.g.e., s.221-222

18 “Türk Ocakları Merkez Binası’nın Açılmasında Hamdullah Suphi Bey’in Söylediği Nutuk”, Türk Ocakları Matbaası, 1930, s.19

19 Nevzat Kösoğlu, a.g.e., 2009, s.113

20 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları, İletişimYayınları, İstanbul 1997, s.393. Türk Ocakları’nın bu dönemini ele alan çok önemli bir çalışma için ayrıca bkz. Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları 1912-1931, Ötüken Neşriyat, 2004

21 M. Şükrü Hanioğlu, “Osmanlı yapamadı ama biz başardık: Türk oryantalizmi”, Sabah, 27.02.2011.

22 Türk milliyetçiliğinin 1960’ların sonlarında bağımsız bir siyasi parti halinde örgütlenirken parti amblemi olarak İmparatorluk dönemine ait bir sembolü seçmesi bu açıdan anlamlıdır. Söz konusu dönemde Kemalist kimlik tasarımını eleştiren muhalif milliyetçilerin Ortadoğu hakkındaki değerlendirmeleri için bkz.Ziya Nur, “İki Asırdır İlerleme Maksadı İle Tuttuğumuz Yol Hakkında”,  Dündar Taşerin Büyük Türkiyesiiçinde, İstanbul: İrfan Yayınevi, 2000, s.32-50 – Erol Güngör, “Ortadoğu ve Türkiye”,Türk Kültürü ve Milliyetçilik içinde, İstanbul: Ötüken, 1995, s.261-266. – Erol Güngör, “Türkiye’den Ortadoğu’ya Bakış”, a.g.e., s. 267-272.

23 The Economist, “Coming of Age”, The Economist, Vol. 378, Issue 8461, 1/21/2006, (Erişim)

http://search.ebscohost.com/login.aspx?direct=true&db=a9h&AN=19491983&site=ehost-live, 17 Ekim 2006

24 Saruhan Özel, “Dünya artık sadece ABD ve Avrupa değil…”, Zaman, 24.08.2011

25 The International Monetary Fund, World Economic Outlook Database (April 2011), http://www.imf.org/external/datamapper/index.php

26 Eric Kaufmann, a.g.e., s.31

27 Örnek olarak bkz. Ron J. Lesthaeghe ve Johan  Surkyn, “When History Moves on: the Foundations and Diffusion of a Second Demographic Transition.”, Seminar on Ideational Perspectives on International Family Change, Population Studies Center, Institute for Social Research (ISR), University of Michigan, Ann Arbor MI, June 2004.

28 Bu tezi savunan literatüre örnek olarak bkz. Pippa Norris ve Ronald Inglehart,Sacred and Secular: Religion and Politics Worldwide, Cambridge: Cambridge University Press, 2004, s.23

29 Dünya değerler araştırmasının verilerine şu adresten ulaşılabilir:http://www.worldvaluessurvey.org/index_html

30 Dünya düzeninin yeni ontolojisine karakterini veren başat aktörleri tarif için kullandığımız millet-imparatorluklar terimi, gücün ya ABD, Çin ve Rusya gibi büyük bir ulus devlet ya da Avrupa, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da görüldüğü üzere çok devletli örgütlenme çabaları ekseninde yeniden bölgeselleşmesini ifade etmektedir. Konuyla ilgili etraflı bir tartışma için bkz. Mehmet Akif Okur, “Millet İmparatorluklar Çağı’nın Eşiğinde: Genişleyen Dünyada Küresel Kapitalizmin Yeni Mimarisine Doğru”,Küreselleşmeden Postküreselleşmeye, Değişim Sürecindeki Dünya Düzeni ve Türkiye içinde, Murat Saraçlı (ed.), Lotus Yayınevi, Ankara, 2008, ss.11-67.

31 Francis Fukuyama ve Zhang Weiwei, “The China Model, A Dialogue between Francis Fukuyama and Zhang Weiwei, NPQ, Fall 2011, s.52

32 Zhang WeiWei, China Wave: The Rise of a Civilizational State, World Scientific Publishing Company, 2012

33 Bkz. Ş. Teoman Durali, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergah, 2010

Kaynak: http://www.turkyorum.com/ergenekondan-sonra-turkluk-ii/

Yorum bırakın